Seray Genç tarafından kaleme alınan; Into the Ice [Buzula Doğru] ve Fire of Love [Tehlikeli Ateş] filmleri üzerinden sinemada buzulların ve yanardağların izini süren yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.
Kutuplarda ya da yanardağlarda en çok kimleri görürüz? Eriyen buzulların içine, aktif yanardağların dibine “bu ne cesaret” diyebileceğimiz bir biçimde dalabilen, girip çıkabilen, bu denli yaklaşabilenler kimler ola ki? Bu sorunun yanıtını, bu yazıda yer verdiğimiz iki filmden yola çıkarak bilim ve sinemaya adanmışlar, hayatlarını bilim ve sinemaya adamışlar olarak verebiliriz. Belki tek başına bu genelleme yetmeyecektir. Bu iki filmin karakterleri, yönetmenleri ve ilgilendikleri “dünya sırlarına” yakından bakmamız gerekecektir.
Filmlerden ilki, CPH:DOXKopenhag Belgesel Film Festivali’nde açılışını yapan ve ardından BFI Londra Film Festivali’ne de gelen Into the Ice [Buzula Doğru] filmi. Diğeri de kendilerinin, volkanların, farklı coğrafyaların filmlerini çekmiş ve kendi sonlarıyla başkalarının filmlerine konu olmuş Katia ve Maurice Krafft’ın aşk hikâyelerini anlatan Fire of Love [Tehlikeli Ateş] filmi. Her iki filmde de belgesel sinemacılar görüntü, hikâye, çağın-dünyanın değişimine-sırlarına tanıklık etmenin peşinde oldukları kadar bilinmeze, tehlikeye ve gelecek öngörüsüne de açıklar. Macera ruhunu da vicdanlı duruşlarını da duyurdukları, ateşin ve buzun peşindeki karakterlerinin peşlerine düşerler.
Into the Ice, Lars Henrik Ostenfeld, 2022
Buz
Into the Ice tam olarak adı gibi, Grönland’da zor koşullarda buzul tabakasının durumunu, erime hızını ve iklim değişiminin sonuçlarını takip eden üç bilim insanıyla beraber buzulların içine giriyor. Yönetmen Lars Henrik Ostenfeld’in hem kamerası ve çekimleriyle hem de bilim insanlarının aldığı riskler ve fedakarlıklar nedeniyle nefesimizi kesen belgeseli bize acımasız, yalın bir gerçeği hatırlatıyor. Buzullar eriyor, bilim insanları bu durumu topladıkları verilerle analiz edip ve insanlarla paylaşmak isterken ve belki de bu nedenle belgesele gönüllü karakter olurken bu gidişatı engelleyen bir şey yapılmıyor. İklim krizi gerçeğine kayıtsız kalmak bir yana ateşli bir biçimde bu gerçekliği inkar edenler kadar; insanlığın ortak yaşam alanı, bilinen tek yaşam alanı dünyanın korunmasından ziyade kapitalist sistemin bekasını koruyan “süper güçler”, “süper olmayan güçler” vardı. hikâyenin devamında bu kapitalist küçüklü büyüklü güçler uymayacakları ya da çıkacakları anlaşmalar için toplanıp, toplu fotoğraf çektirip dağılabiliyorlardı. Yeşil yıkama-aklamacılar da zaten yollarını bulmayı öğrenmişlerdi. Geriye Amazonlardan, Kaz Dağları'na yeryüzünü savunan aktivistler kalıyordu, güçleri haklılıklarından geliyordu.
İklim krizinin ateşli karşıtlarından biri kapitalist dünyanın temsilcisi Amerikalı Trump’tı hatırlarsınız. Kaliforniya’daki büyük orman yangınlarının ardından “havalar soğumaya başlayacak, sadece izleyin. (…) Bilimin gerçekten bildiğini sanmıyorum” diyen de Trump’tı. Sadece kendi ülkesindeki değil Avustralya ve Amazon Ormanlarında çıkan yangınlara da benzer yorumlar getirmiş, ülkesinin taraf olduğu Paris İklim Anlaşması’ndan da çıkmıştı. Tıpkı kadın cinayetlerinin rekorlar kırdığı, patriyarkal dilin, şiddet dilinin sürekli üretildiği ülke Türkiye’nin tek adam rejiminin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkması gibi. Tıpkı deprem ülkesi, fay hatlarının ortadan ikiye kestiği bir ülkede imar affının getirilmesi ve afet kurumlarının bağımsızca karar vermesi ve hareket etmesini bırakın elindeki çadırları deprem bölgesine ulaştırmak yerine deprem bölgesine ulaşan gönüllü yurttaş ve kurumlara satması gibi.
Yönetmen Lars Henrik filminin başında çocukluğundan bir anı anlatıyor, kendi küçük dünyasında, bir zamanlar yaşadığı yerde kesilen ağaçları korumaya çalıştığını… Şimdi büyüyen o çocuk büyük dünyayı kamerasıyla korumaya çalışıyor. O kamera ki, kaygan buz zeminde ve eksi derecelerde taşınması gereken 12 kilo ağırlığında. O kamera ki, dünyamızın geleceğine dair bir film yerine, “dikkatli olmazsa yönetmenin geçmişi” olacağını mizahi bir biçimde kendisine hatırlatan ses teknisyeni Casper Haarlov’a hak vermemize neden oluyor. Filmde üç buzul bilimci ile tanışan ve çalışan yönetmen bu üç buzul bilim insanının farklı yaklaşımlarını, çalışma yöntem ve sonuçlarını paylaşıyor. Buzulun içine girmekten ya da havadan incelemek yerine buzul sahasında yer almayı seçen insanlarla çalışıyor, çalışmalarını ve kendilerini kaydediyor. Dorthe Dahl-Jensen buzulun farklı katmanlarından parça alan ve 11 bin yıl önceye kadar geriye giden örneklemlerle ilerlerken; Jason Box buzulun yüzeyini gözlemliyor ve analiz ediyor. Alun Hubbard ise tabiri caizse buzun içine dalıyor. Buzul içindeki büyük delikler eriyen buzu okyanusa taşıyan su yataklarını oluşturuyor. Her mevsimin farklı bir etkisi ve manzarası olduğunu bilim insanları ve araştırma konularını takip ederek izleyici de tanık oluyor. Ama daha da önemlisi izlediğimiz bir bilim-kurgu değil, gerçeğin ta kendisi. Into the Ice bir National Geographic tarzı bir film olarak da görülebilir ancak filmin bir parçası olmayı gönüllü olarak kabul eden bu bilim insanlarının söylediklerinin önemini azaltmıyor bu durum.
Tehlikeli Ateş, Sara Dosa, 2022
Ateş
Fire of Love bir arşiv-belgesel, iki Fransız bilim insanının yanardağlarla-volkanlarla iç içe geçen aşk hikâyelerini anlatıyor. Kendileri de yıllar içinde kameralarıyla yanardağları, lavları ve birbirlerini çeken Katia ve Maurice Krafft çiftinin hikâyesi ateş, kül ve lavdan, yürek yakan cinsten.
Katia Konrad Strasbourg Üniversitesi’nde Fizik ve Kimya okuyor. Aynı üniversitede tanıştığı Maurice Krafft ise Jeoloji. Maurice’in volkanlara ilgisi 7 yaşında ailesiyle beraber ziyaret ettiği Stromboli yanardağıyla başlıyor. İki sevgilinin evlendikten sonra gittikleri ilk yer de fotoğrafladıkları, kaydettikleri Stromboli oluyor. Aktive olan volkanlara ilk erişen, sahaya ilk ulaşan çift olarak nam salıyorlar volkan bilimciler arasında. Bununla kalmıyorlar, volkanik patlamaların ekosisteme, çevresindeki yerleşim alanlarına etkisini ne olacağını anlamaya yönelik bilimsel çalışmalar yapıyorlar, vardıkları sonuçları insanların yaşamlarını olumlu etkilemesi amacıyla anlatmaya çalışıyorlar. Bunun için çektikleri görüntüleri yerel halkla ve otoritelerle paylaşarak volkanik tehditle karşı karşıya kalan bölgelerin tahliyelerini dahi sağlayabiliyorlar. 1991’de Filipinler’deki Pinatuba Dağı’nın faaliyete geçmesi sırasında olduğu gibi.
Kızıl dağların patlamalarını takip eden bu kızıl çiftin 1991’de Unzen Dağı patlamasında son bulan hayatlarını takip eden yönetmen Sara Dosa filmini ve çiftin hayat hikâyesini arşiv görüntüleri kullanarak anlatıyor. Sundance Film Festivali’nden ve film eleştirmenlerinden ödüller alan filmin yönetmeni Katia, Maurice ve yanardağlardan oluşan bir aşk üçgenini anlatmasına neden olarak Maurice’in bir kitabında yazdığı cümleden yola çıkıyor: “Benim için, Katia ve yanardağları bir aşk hikâyesi” Katia ve yanardağları nasıl Maurice’in hayatının merkezindeyse, Katia için de Maurice ve yanardağları yine öyle hayatının merkezinde yer alır. Film de bu ateşli tutkuyu temsilen yanardağlar merkezde yer alıyor. Sara Dosa’nın filmlerinin merkezinde de doğa, doğanın olduğu gibi kabulü yer alıyor. Sara Dosa’nın kendisi de bundan alıyor ilhamını.
Yıllar önce Werner Herzog’un filminde karşılaşmıştım Katia ve Maurice Kraftt çiftiyle. Herzog’un filmi Cambridgeli bir akademisyenle yanardağlarının etrafında kurulan, örülen, üretilen mistik hikâyeler, mitler, söylence ve inanışlar üzerine bir yolculuğun hikâyesi ve analiziydi. Katia ve Maurice Kraftt çifti de Cehenneme Doğru filminde tehlikeyi hiçe sayan çift olarak anılıyorlardı. Oysa belki de yaşamlarını kurdukları yanardağ araştırmalarının, aşklarının sonlarını da belirlemesi şaşırtıcı değildi. Cehennem ise hiç değildi.